Hür düşüncelerin Cuma'ya gidip, beyinde potansiyel izinler yaratmadığı bir blogtur. Müessesemiz de bir o kadar klimalı.

1 Eylül 2010 Çarşamba

Biten Gün Safsatası

          Egoların esrar misali beyinleri uyuşturduğu, sevildiğini hissetmenin veyahut sanmanın verdiği yüksek dozla nirvanaya ulaştığını düşünen zihniyetlerin kutladığı bi ondört şubat çarpık bacaklılar gününün sona ermesinden kelli haz duymanın, bu günü kutlayanlar kadar potansiyel saçmalıklar silsilesinin bi parçası olunmaya başladığının kanıtı olabilir mi acaba ? Günü kurtarma çabasındaki Robin Hood vari arkadaşların, kurtardıkları gün, yaşama kıyaslandığında; mayışıklıklarla bezeli pazar gününün öğlen vakti mahmur gözlerle uykudan kalkan herhangibi bir yaşam formunun aklıselim hayatının sadece bir günün, sadece bir saatinin, sadece bir saniyesinin onların kurtardıkları günden çok daha değerli ve dolu olduğunu öğrenmesi yeterince can sıkıcı olmalı. Bu tarz can sıkıcı yollara girmektense; bugünün dünden bi farkının olmadığını anlamak, senden önce yaşamış boş insanların, boşluklarını doldurmak için bulduğu yegane çareleri sana empoze etme çabalarına kucak açmamak, adımını atarken" Ben ne yapıyorum ? " diyebilmenin gerekliğini fark etmek gerekli sanırım. Hayır, tabi ki günün getirisini esnafa yıkmak, düz mantıkla işi çözmek, bütün suçu kapitalizmin kucağına oturtmak değil burda olay. Burda olay; boşluğun kültürünü benimsemek, evrimi tamamlamanın sevip sevilmekten geçtiğini düşünmek, aşk sevgi kispesi altında laylaylom günler geçirmek ve bunun aslında sadece iki uyku arasındaki gün olduğunu unutmaktan ziyade geliyor. Bilmiyolar ki kutladıkları bu günler parantez içi hayatların noktalamalarından başka bişey değiller. Fakat "hayat" kelimesinden çıkarılan anlam burda devreye giriyor. Parantezi kapatıcağın vakit geldiğinde, karman çorman noktalamalarla bezeli bir parantezi mi, yoksa okunması kolay, sende sonra gelicek döllerin de anlayabilceği sade, anlaşılır, gereksizliğe yer olmayan bir paranzeti mi kapatmak istersin. Hangisinden daha büyük haz duyarsın, bunu çözmek en akılcı yol olsa gerek. İnsan; yalnızılığını keşfetmeli, kendisinin bir yemek masası olduğunu unutmamalı. Yemek masası ihtişamna kapılıp etrafına üşüşen insanlarla var olur, fakat masa bilmez ki; o " insanlar " yemeklerini yiyip, kitaplarını okuyup, kahvelerini içip veyahut kağıtlarını oynayıp masadan kalktıklarında tekrar o masayı düşünmezler. Fakat masa öyle midir ? Masa insanları düşünür, heran birisi gelicekmiş yemek yicekmiş gibi bekler, dimdik bekler. İrade sahibidir masa. Bazen biri gelir yumuşak ellerini masanın üstündeki lekeleri çıkarmak için masaya sürter, masa bunu kendisine duyulan sevgi, şefkat, aradığı nefes olarak algılar ama bilmez ki bu temizlik sadece tekrardan kirletmek için yapılmış ön hazırlıktır. Gün gelicek masa insanların köhne hayatlarından tiksinicek, iradesine hakim olamıycak, işte hayat o zaman başlıycak. Ne zaman ki yalnızlığını öğrenir, saçma sapan
günlük hazlardan kaçınır, hayat o zaman dalganın sürüklediği pazar poşeti misali kendiliğinden gelir...

*Bu bir 14 Şubat yazısıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder